17 Mart 2020 Salı

SIKIŞTIK(!)

Sıkıştık. Evlerimizde,şehirlerimizde,ülkemizde hatta kendi içimizde... Sıkışıp kaldık.
Neye inanacağımızı bile karar veremiyoruz.Sadece olması gerekeni,bekliyoruz. Beklemek bir işe yarar mı dersin? Bir daha böyle bir şey olduğunda (bir dahası olursa) yine beklemek işi çözebilecek mi? Bu soruları kendime de defalarca soruyorum. Çünkü bu sorularda, sıkışıklığımızı giderecek cevaplar var. 
İnsan beyni belirli bir stres seviyesinden sonra düşünme ve sorgulama becerilerine önem vermeye başlar. Karar alma, kararın getirilerini düşünme gibi bir çok diyagramı belirler. En çıkmazda görünen olaylarda bile belli bir yüzde hesabı yaparak, seni ulaşabileceğin en iyi noktaya götürmeye çalışır. Kimisinde bu mekanizma hayatının bir parçası haline gelmişken; kimisi daha yeni pratik yapmaya başlar. Çünkü buna mecbur hale gelmiştir. Önce sorgulamaktan korkan, daha sonra çekingen adımlarla önündeki bilgileri ayıklamaya başlayan insanlarız. Kendi doğrunu bulmak için debelenen insanlar... Sen de böyle değil misin? Milyon tane haber içinden, milyon tane yazılmış yorumlar, söylenmiş sözler arasından kelimeleri çekip kendi doğrunu inşa etmiyor musun? Bu doğrun toplumdaki diğer bireylerle aynı düşünce yapısında ise gerçeklik kazanmaya başlıyor. Değilse ya sen hata yaparak ilerliyorsun ya da hiç ilerlemeye çalışmıyorsun. Kafanın üstündeki mucizevi organın sorunları çözmesine bile fırsat vermeden oturuyorsun. Kendi doğrunu bulmayı hiç denedin mi? Dünyanın değişen düzenine oturarak ayak uydurabilecek misin ? 
Bu sorular içinde olumsuz bir his oluşturmaya başladıysa, içindeki sıkışıklıktan kurtulmaya bak. Çünkü her şey gibi dünya da değişiyor. Her büyük olayın büyük getirileri olur. Zayıf olan elenirken yerinde durmayanlar değişimi kabul edenlerdir. Sorgulamalısın. Doğruları aramaya özellikle kendi doğrularını oluşturduktan sonra bunları bile sorgulamaya başlamalısın. Her büyük olayı atlattığında, topluma ''ben de hazırım'' demenin tek yolu bu. Beynine pratikte kalan bütün özelliklerini geliştirmek için fırsat ver. Kim bilir, belki sıkıştığın o yerden başkalarının da sıkışıklığını giderecek doğrularla çıkıverirsin. 
Her şey eski düzenine döndüğünde, kimse eskisi gibi olmayacak. Artık bilgiyi elinde tutup,beyniyle işleyebilen insanların kazandığı zamandayız. Kazanmak istiyorsan, doğru bilgiyi bulup işlemelisin. Bunları çok iyi yapmaya başladığında,doğrularını takip eden başka insanların olduğunu göreceksin.
Bilimin ışığında, sorgulayabileceğimiz nice bilgilere...


24 Mayıs 2019 Cuma

NEFES AL

Çok yoruluyoruz.  Belki de çok yoruyoruz kendimizi... Yorulmadan bir şeyler olmuyor dediğini duyar gibiyim. Birilerinin her gün aklına eğriyi doğruyu zorla sokmaya çalıştığı bu akıntıda tek nefeste nereye kadar yüzebilirsin ? Belki de daha yüzmeyi bile öğrenmeden akıntının içinde buldun kendini... Anne kuşların, uçmayı öğrenebilsin diye yavrusunu yuvadan atması gibi belki de atıldın o suya... Bir yere kadar nefessiz ilerleyebilirsin. Sonrasında; ya çırpınarak akıntının seni daha derinlere çekmesine göz yumacaksın ya da direnmeyi bırakarak suyun kaldırma kuvvetinin tadını çıkaracaksın. Yüzünü gökyüzüne çevirmiş, gözlerini bulutlara açmış ve en önemlisi, nefes alabilmiş biri olarak sence de daha iyi devam etmez misin ?
Beynimizi hor kullanıyoruz. Onun da nefes almaya ihtiyacı olduğunu unutarak bir yarışın, belki de bir savaşın içine atıyoruz onu... Biz onu hatırlayıp nefes almasına fırsat verene kadar ya o, bizi unutursa ? Yavaş yavaş önce hatıraları, insanları, yerleri ve en önemlisi benliğini hatırlamanı sağlayan nöronlarının ışıklarını söndürürse... Ne yapacaksın ? Beynini suçlamaya kalksan, o çoktan kendi kuyruğunu ısırmaya başlamış yılan gibi bitiyor olacak. Kendini suçlamaya başlasan, sen zaten yorgunsun. Beynin her şeyi silerken kulaklarının içinde yankılanan bir cümle var. ''Çok yoruldum.'' Yedi farklı bölgesini çalıştıran ve sınırsız tepkimeleri gerçekleştiren beynine sence de bu cümle biraz vasat kalmaz mı? Hepsini de senin için yaparken. Sadece hatırlamak istediğin bir şeyi, istiyorsun diye çabalarken... Oksijenden yoksun kalmış her organımız gibi o da zamanla daraltacak kendini.  Sen bu daralmaya alzheimer diyeceksin; beynin ise kulaklarına ''çok yoruldum'' diye fısıldayacak. Böyle bir şekilde akıntının sonuna gelmek ister misin? Daha doğrusu akıntının sonuna geldiğini bile hatırlamadan bu yarışı bitirmek ister misin? Kafanın üstünde taşıdığın mucizevi organ için en önemlisi de kendin için çabalamayı dene. Nefes al. Derin bir nefes. Sonra istemesende sona yaklaşmaya devam edeceksin. Yüzmeyi öğrenip, kendi akıntında daha kararlı ilerlemek seni de mutlu etmez mi? Sona geldiğinde her ayrıntısıyla hatırladığın bir yarış için, sonuna geldiğini hala hissedebilmek için ve yine en önemlisi... Kendin için. Derin bir nefes al.

14 Mayıs 2019 Salı

ALIŞTIM !



Alışkanlıklar ve bağımlılıklar arasındaki farkı hiç düşünmüş müydün? Kelime anlamlarını bilmesen bile; biri kulağa hoş gelirken, sanki diğeri insanın içine bir karamsarlık yerleştiriyor. Asıl karmaşamız da burda başlıyor. Hayatımızda çoğu şeyi, çoğu kişiyi ve olaylara karşı verdiğimiz çoğu tepkiyi alışkanlığımız olarak görüyoruz. Doğruluğunu veya yanlışlığını sorgulamadan ''alışkanlık'' kavramı altında zamanımızı harcıyoruz. Her şey buraya kadar gayet normal gidiyor. Biz farketmeden bazı alışkanlıklarımız hayatımızın günlük akışını engellemeye, ruh halimizde dengesizliklere kısacası istemediğimiz sonuçlar ortaya çıkarmaya başlıyor. Bu olumsuz evrilmenin ilerlemesi obsesif-kompulsif bozukluğa kadar gidebiliyor. Yani birini seviyorsun, bir şeyi çok isteyip düşünmeye başlıyorsun veya hayallerinle kaygılarını harmanlayıp durmadan beynini yoruyorsun... İşte bu anlarda beynimizde bulunan striatum bölgesi; bu istekleri dopaminle sararak (bir nevi kimyasal tepkime) daha çok karşına çıkarmaya başlıyor. Durmadan düşünüyorsun, bir şeyler yapıyorsun ve sorgulamadan ilerlemeyi göze alıyorsun. Çünkü artık haz verici hormonla sarılmış bir isteğin var. Durmadan beyninde bu isteğinin sargılarını güçlendiriyorsun ve onu düşünmediğinde bu sargıların azalacağı hissi beynindeki alarmları harekete geçiriyor.Kaç gece bu isteğin için uykusuz kaldın? Alışkanlık olarak başladığın bu yol seni kör bir cesaret dürtüsüyle daha çok içine çekmeye başladığında hiç durup nefes almayı denedin mi? Daha çok seviyorsun, daha çok istiyorsun, daha çok düşünüyorsun... Bu aşamaya geldikten sonra kendine ben ''ona'' bağımlıyım demeyi göz ardı edebilir misin ? Bilimsel bilgileri şimdilik bir kenara bırakıyorum. Bu yazıyı yazma fikri aklıma girdiğinden beri ben de düşünmeye başladım. Mükemmel değilim ve farkına varmadan bağlandığım birisi, bir şey veya bir hayal oldu. Peşinden koşarken ayaklarım takılsa da durmadan kalktığım hatta yere düşeceğimi bilerek gözleri kapalı koştuğum da oldu. Alışkanlık olarak başladığım şeye ''bağlıyım'' diyerek kendimde güç buldum. İyi veya kötüyü sorgulamadan... Aslında kendime sormadığım bir soru varmış.Gerçekten ''ona'' bağlı mıyım yoksa bağımlı mıyım ? Sen kendine hiç bunu sordun mu? Senin bağlı, beyninin bağımlı olduğu şeyleri bırakma zamanı geldiğinde veya onlar tükendiğinde neden bu kadar acı çektiğini düşündün mü ? Tüm bu soruları geçmişine, şimdi yaşadıklarına ve gelecekte yaşayacaklarına bir sormayı dene. ''Alıştım !'' dediklerinin beyninde sarılması değil de; alıştıkların seni sarmaya başladığında bu koşuna ne kadar devam edebilirsin ? Bunu bir düşün.

8 Mayıs 2019 Çarşamba

NEDEN OL(MASIN)

Uzun bir aradan sonra paslanmış bilgilerimle, üstü tozlanmış beynimle ve ışıkları loşlaşmış nöronlarımla geri dönüyorum. Işık hüzmesi oluşturmak için bekleyen 90 milyon nöronum için tekrardan yazıyorum. Ne yaparsak yapalım durduramadığımız hatta gözümüzde yıllarca görünen ama aslında ''yaşadığın anların'' toplamı olan hayatımda sürüklenirken buldum kendimi. Hangimiz sürüklenmedik ki? Sen hiç diz kapaklarının yere hızla çarpıp soyulduğunu hissetmedin mi? Hatta nerden geldiği belirsiz bir girdabın ortasında bulmadın mı kendini ? Küçük bir hevesle başladığın şeylerin şalterini indirip ''artık daha önemli işlerim var.'' veya ''olmalı.'' demedin mi ? Bu sorduğum soruları peşi sıra okurken beynimizdeki savunma mekanizmamız hızla devreye girer. Aynı piyano çalan bir sanatçının notaları okurken, aynı anda parmaklarıyla tuşlara basma zorunluluğunu hissettiği an gibi... Hızlı ama doğruluğundan emin olmadığımız o 3 saniye... İşte bu 3 saniyenin sonunda düşünmeye başlıyoruz. Şimdi sorulara tekrar baktığımızda, yani 4. saniyenin içine girdiğimiz anda doğruların peşinden gitmeye başlıyoruz. Hepimiz sürükleniyor veya 'önemli işlerin' peşinden kendimizi sürüklüyoruz. Beynimizdeki şalterleri umarsızca indirip sayısız nöronun ışığını kendi içine hapsediyoruz. Hapsettiğin ışıklar olmadan karanlık bi yolda yürüyebilir misin ? Veya indirdiğin o şalterler öyle dururken geriye dönüp baktığında neyi görebilirsin ? İşte tam bu anlarda yani 4. saniye de bitmeye başlayıp artık tam anlamıyla düşünme eylemini gerçekleştirdiğin anda, elinin uzandığı tüm şalterleri kaldırmaya başla. Elektron yollayabildiğin tüm nöronlarındaki ışığı hisset.Tekrardan. Onlar önünü aydınlatsın, sen geçmişinde biriktirdiklerinle yeni yollarda ilerlemeye devam et. Devam ettikçe daha çok şaltere elini uzatacaksın. Daha büyük bir hevesle yeni ışıklar arayacaksın. Kafanın üstünde taşıdığın yegane ve eşi benzeri bulunmayan mucizenin işlediğini hissettikçe etrafına da yayılacak bu ışığın. Bu gün ben bunları yazabiliyorsam, sen bunları okuyabiliyorsan hatta kafanı ekrandan kaldırıp etrafında olan sayısız nesneyi görebiliyorsan; hepsi kendi ışıklarıyla bizi aydınlatan insanlar saye'sinde. Biz onların saye'sinde hayatımızı devam ettiriyoruz. Onlar, beyinlerinde yaktığı ışıklarla sadece kendi yollarına bakmadılar; bizimde önümüzü görmemizi sağladılar. Belki sen de beynindeki kıvılcımlarla kocaman bir alev topu yaratacaksın. Belki de adını bile duymadığın bir yerde kendi adını sayıklatacaksın. Paslarını sökmeye, tozlarını üflemeye ve loş ışığını aydınlatmaya bak. Nasıl olacak değil Neden olmasın ?


30 Ağustos 2017 Çarşamba

İRADE(M)SİN

Karmaşalarımın durulduğu bu zaman diliminde hem kendime hemde size bir şeyler katmak için tekrardan başlıyorum.
  Hayat döngümüzün belli dönemlerinde silmek zorunda olduğumuz belli alışkanlıklarımız,özelliklerimiz ve düşüncelerimiz olur. Biz ön düşünce lobumuzdan her ne kadar sildiğimizi varsaysak da bilinmezler diyarı olan bilinçaltımız güçlü kollarıyla bütün ''unutulanları'' kucaklar. Bu kucaklamanın ne zaman sona ereceğini inanın bu dünyadaki tek bir bilim insanı bile çözmüş değil. Sadece bilinen; daha doğrusu hissedilen bir duygu vardır. İrade. 
 Beynimizin en küçük kıvrımına kadar ulaşmış olan damarlarımız bu duygu sayesinde zonklayana kadar kanımızı dolaştırır. Her seferinde daha hızlı ve daha kararlı... Çünkü bilinçaltımızın sarılması bittiğinde artık hayalini kurduğumuz o şey bu sefer ''unutulmayanlar'' listesinin en üstünde yerini alır ve sadece düşünme lobunu da değil, beynimizin en ücra köşesindeki damarları titreştirir. 
   Çoğu zaman ismini bile bilmediğimiz insanların ''imkansız'' denileni yaptığını görüyoruz. Size temin ederim ki onların beyinlerinde  bizden ne bir kıvrım fazla ne de damarları daha çok kan taşıyor. Onların isimlerini bile unuttuğumuzda yaptıklarını hatırlamamızın en büyük sebebi yaptıkları işi iradeleriyle birleştirip bir bütün halinde hareket etmeleridir. Biz yaptığımız işleri kendimizden, beynimizden ayrı bir yapı olarak görürken onların beyinleri altıncı duyu organı veya yepyeni bir organa sahipmişçesine bütünlük içinde düşünme yetisini geliştirir. 
Peki iradeleri bütün vücudu titreştirircesine nasıl gelişmiştir?
 Bu soruya verilebilecek en temel cevap başarısızlıkları, yenilgi olarak değil; başarıya giden yolda hırslandıran bir kırbaç gibi görmeleri. Ufuklarını her saniye biraz daha geliştirerek ilerlemek elbette kolay bir iş değil. Genellemeyi bir kenara bırakırsak, ben zihnimle beynim arasında defalarca köprüleri yıkmış biriyim. Defalarca da o köprüleri tamir etmeye çalışmış... Ama şunu her seferinde unuttum. Ben o köprüleri tekrardan yaparken hava şartları elimde olmuyor ve iradem kendi köşesine çekilip bekliyordu. Hayatımızda da aynı hava durumu gibi elimizde olmadan gelişen öyle şeyler var ve olacak ki biz bu akıntıda tersine yüzmek yerine yeni olan her şey için bilmediğimiz yollara bile girmemiz gerekiyor. Merak duygusunun diğer tüm duyguları tetiklemesini ve irademizin beynimizi ele geçirmesine izin vermemiz gerekiyor. 
Size tek ve kesin bir örneğini verecek olursam, bebeklere bakın. Hangi bebek düşünce yürümekten vazgeçti ? Hangisi annesi süt vermeyince ağlamaktan vazgeçti ? 
İradeni serbest bırak ve yok' bile olsa var' et.

3 Ekim 2016 Pazartesi

UNUTMALI (MI?)

Hepimiz ''Beyin her saniyeyi kaydediyor.'' cümlesini duymuşuzdur. Bu cümleyi ilk okuduğumda ne kadar bilimsellik dışında olsa da saçmalık olduğunu düşünmüştüm. Ama sonradan üzerinde düşündükçe anladım. Beyin her şeyi kaydeder ama ''Bizim istediklerimiz'' bize geri kalanlar olur. Çünkü biz istediklerimizi kafamızda bin defa çeviren varlıklarız sadece istediklerimiz için... Mesela ilk sevdiğin insanın gülüşünü veya en yakın arkadaşın dediğin insanın yardımını unutamazsın.Zaman üstünü tozla kaplasa da o tozu üflemen bir kaç saniyeni (10.000 nöronunu) alır. Düşündükçe aynı duyguların kabarır. Bunun bilimsel açıklaması da beynimizin tam ortasındaki amigdaladır. Boyutu ne kadar küçük olursa olsun bütün duygusal hafıza merkezimiz konumunu üstlenen elmasımızdır. Anılarımızı canlı tutarak kimi zaman kişiliğimize yön verdirtiyor. Anılar duygular ve şu anda hatırladığınız önemli şeyler aslında beynimize istemsizce kodlanmış şifrelerle canlı duruyor. Bilgisayar gibi kodladıkça proteinler sayesinde kalıcılığını arttırıyoruz. Her ne kadar derslere, iş hayatına uygulaması zor bir metot olsa da kodlama ve tekrar sayesinde protein bağlarını sağlamlaştırabiliriz. Ben kendimden örnek vermem gerekirse en başta da dediğim gibi ''istediklerim'' için yapıyorum bunu. Çoğu şeye geri dönüp baktığımda ''unutmalı mıyım ?'' sorusunu sordum kendime ama olan tek şey kısa süreli hafızamda yok edebilmek oldu. Benim için değerli olan insanlar her zaman uzun süreli hafızama kazınmış durumdadır. Çünkü insan beyni bilinç ve zihinden oluşur. Bunların en büyük destekçisi de duygulardır. Benim duygularımı taze tutan yani beni ben yapan insanlardır. Sizde çevrenize iyi bakın çok yakın olduklarınız, eskiden çok yakın olduklarınız yanında veya gözünüzün önündeyse bir kere daha ona bakıp eski olan bütün anılarınızın üstüne iyice bir üfleyin. Çünkü onlara üflemeyip unuttukça onlarla beraber bir zamanlar değerli olan insanları da sileriz hayatımızdan... Benim şu anda hayatımdan gitti diyebileceğim çok değerli insan var. Ama ona baktıkça kendime soruyorum '' unutmalı mı?'' işte beyin, zihin veya insan kendi kendine bu soruyu soruyorsa onu beynine kazımıştır. Her zaman eskilere dönüp üflediğimde iyi veya kötü hepsine bakınca anlıyorum. İyiki var 'mış diyorum. Çünkü o beynime ve karakterime çok şey katmış. Sizde bir düşünün eski arkadaşınız sevgiliniz öğretmeniniz veya her kimse... Bize bıraktıklarıyla her gün yaşarken niye onların yanına gidemediğimizi... Her yazımın sonunda da dediğim gibi her şeyden öte sevmek ve sevilmek varken beynimizi boşa yormaya gerek yok. Benim için değerli olan insanların kodları beynimde ayrıdır. Lakap dediğimiz olguyu kullanarak kendime özelleştirdiğim insanları ne olursa olsun bırakamıyorum. Sizde özel olan her şeyi ''kendinize '' özelleştirin ve sevin... Çünkü Sevmediğimiz her saniye biraz daha kaybediyoruz.


14 Eylül 2016 Çarşamba

EM-PATİ

Her gün çoğu artık refleks haline gelmiş diyebileceğimiz düzeyde hareketler yapıyoruz. Her nefes alışımızdan sonra ne olacağını bilmeden yaşarken bir sürü yeni olayla karşılaşıyoruz. Hepsi için ayrı bir düşünme, zaman, plan... Hepsi beynimizde boş bulduğu bir koltuğa yerleşerek diğerlerini bekliyor. Tiyatro salonundaki seyirciler gibi her gelen bir sonrakini bekliyor ki oyun bir an önce başlasın. Oyunumuzun perdeleri açıldığı zaman karşımızdakine, o anki duygularımızı yansıtmazsak kimse bizi anlamaz öyle değil mi ? Demek istediğim aslında karşımızdakine ''Empati'' nin önemini söylemektense hissettirmeyi bilmemiz gerektiği. Daha önceki yazılarımda dediğim gibi cinsiyeti olan beyinlerimiz için kadın beyninin (erkekte de bulunabilir.) empati özelliği erkek beynine göre (kadında da bulunabilir.) daha dramatiktir. Yani tiyatromuzun konusu dram üzerine yazılmış olma ihtimali daha fazladır. Erkek beynine geldiğimde ise bazı şeyler daha net ve kesin çizgilerle olduğu için empatinin büyüsüne kapılması biraz daha zaman alıyor diyebilirim. Bu tiyatro oyunu bizi anlatan, yaşadıklarımızı yansıtan bir oyun olduğu için bizim elimizde olmayan onca olayı da beynimizdeki her hücreye açıklamak zorundayız. Empati de aynı yaşadıklarımız gibi bizim bilincimizin elinde olmaktan çok;
nörolojik olduğu kanısına varılmıştır. Biz daha var olmadan oluşan ve bizi bekleyen onca şey gibi bu özelliğimizde yeri ve zamanında hem bizim hemde karşı tarafın tepkisini etkilemektedir. Farkına varmadan yaşadığımız ikili diyologları durup bir kere daha düşündüğümüzde '' seni anlıyorum.'' cümlesini yakalayın. İşte karşındakine karşı ayna nöronlarınla kendini özdeştirdiğinin en büyük kanıtı. Belki de o yüzdendir ya sahnede, televizyonda daha doğrusu karşında ağlayan biri gördüğün zaman içinin bir garip olması. Beynimizdeki her bir hücre o perdenin kapanışına yakın olayı anlıyor ve ona göre ayağa kalkıp alkışlıyor veya koltuğuna gömülüp sümüklerini içine çekiyor. Arada bir iki tane sabit duranlar elbette var biz onlara mantık diyoruz. Neyse konumuz o değil...  Tüm bu anlattıklarımın özetine gelelim. Ayna nöronlarımızı iyice kucaklayıp hayat sahnemizi en iyi gören koltuğa oturtmalıyız. En önemlisi de onları her gün bir öncekine göre biraz daha geliştirip çevremize öyle bakmalıyız. Herkesin, her şeyin biraz daha ''anlayışa'' ihtiyacı vardır.